Kayıp Rıhtım'da Melodi temalı öykü seçkisinde yayınlanan 8.Nota adlı hikayem. Keyifli okumalar.
Odasındaki
desenli mavi perdeleri aralayıp dışarı baktı. Güneşin son
ışıkları bile sigara dumanı ve toz yüzünden oluşan loşluğu
delememişti. Bu aralar gündüzleri pek dışarı çıkamadığı
için gözlerini alışıncaya kadar kısmak zorunda kaldı. Tahmin
ettiği gibi güneşin batmasına yaklaşık yarım saat vardı.
Güneş pilli lambalar havaya tezat şekilde aydınlanıyordu. Gözü
bir anlığına sokaklarda akan hayata takıldı. Bir zamanlar bir
parçası olduğu hayata… İyi giyimli bir adam, daha yeni bitmiş
yağmurdan ıslanmış şemsiyesini çevresindekileri umursamazcasına
silkeleyip kapatıyor, yeşil ışıkta karşıdan karşıya geçen
adamla ona çarpmamak için son anda duran kırmızı üstü açık
spor arabanın sahibi birbirine bağırıyor ve küfrediyor, eski
püskü giyimli, kucağındaki beş yaşlarındaki ağlayan bir
çocuğu tutan kadın “Allah rızası için… ” diyerek para
dileniyor, vermeyenlerden ise bedduasını esirgemiyordu. Bu tablo
karşısında insanların ne kadar adi yaratıklar olduğunu
hatırlattı bir kez daha kendine. Hepsi onu öldürmek için
tezgahlanan bir komplonun parçasıydı. Yorgunlukla ve bütün bu
düşüncelerin ağırlığıyla kendini yatağa bıraktı ve
kaldırdığı toz havadaki sisi daha da yoğunlaştırdı. Altındaki
gibi yaylı yataklar şu anda bulunması çok zor şeylerdi. Onun
yerine bugünün yatağı diye lanse edilen yer çekimsiz küvetler
revaçtaydı ve bu yüzden artık bir tane bile yaylı yatak
üretilmiyordu. Ama oldum olası o yatakları sevememişti. Bu eski
yatak ona çocuk olduğu daha doğrusu her şeyin daha basit olduğu
ya da en azından şu anki kadar karmaşık olmadığı zamanları
hatırlatıyordu. Aslında bu pansiyon odasındaki hemen hemen her
şey ona o zamanları hatırlatıyordu ya. Yatağın karşısındaki
37 ekran televizyon mikro-projeksiyon değil çerçeveli LED
ekranlardandı. Elektrik bir çok ev gibi güneş gören duvarın ya
da çatının güneş piline boyanmasından ya da değil şehrin eski
şebekesinden geliyordu. Pansiyonun kendi şebekesi yoktu. Elektronik
aletler de kabloluydu. Ve tahminine göre tuvalet, lavabo ve duş
arıtarak suyu tekrar tekrar kullanan veya havadan elde ederek
kullananlardan değildi. Eski su borularına bağlanıyorlardı.
Dolap ve yatağın yanındaki masa ise antikacıdan başka bir yerden
alınamazdı çünkü 15-20 yıl kadar önce mobilya ve yakıt için
odun kullanılması Dünya’nın bir çok ülkede yasaklanmıştı.
Masanın üzerindeki telefon ise onun için bile antika olan
çevirmeli bir telefondu ama hemen hemen herkesin cep telefonu
kullandığı şu dönemde bile garip bir şekilde birileriyle
konuşabilirdi. Gerçi arayabileceği kimse olmadığı için bu bir
tahminden öte değildi. Odanın son demirbaşı abajur ise yıllar
önce taşınırken kaybettiğine o kadar çok benziyordu ki bir kaç
kere o olabileceğinden şüphelenmişti. Odanın bu nostaljik
görüntüsünü bozan tek şey yerde patlayıp içindekileri her
yere saçacakmış gibi duran büyük, karbon fiber evrak çantasıydı.
Televizyonu
açıp kanallarda gezmeye başladı. Akşam haberleri olan bir
kanalda durdu. Kadın bir spiker “Halime Özdil e-devletin son
kurbanı oldu. Cinayetle suçlanan S. M. ‘nin sisteme girilen
kimlik numarası Halime Özdil’e ait olunca… “
Gözlerini
açtığında kolundaki saate baktı. 3′ü geçiyordu. Kendinden
geçtiğini acıyla fark etti. Gözlerini ovuşturup yataktan kalktı
ve odadan çıktı. Aşağı inince resepsiyonda bir kadın sırtı
ona dönük biçimde oturmuş mikro-projeksiyon bir televizyonda,
televizyonun yapay olarak renklendirdiği eski, yabancı bir polisiye
filmini seyrediyordu. Mikro-projeksiyonlar renk yönetimini
mikrometre kare düzeyinde yapabiliyordu ve gösterebildiği renk
aralığı insanın algılayabildiği renk aralığının çoğunu
kapsıyordu. Ayrıca milyonlarca nanometrelik saydam katmanlardan
oluşan bu ekranlar her bir katmanda görüntüyü ayrı bir şekilde
ayarlayabilmesiyle çok kolay ve çok gerçekçi bir biçimde üç
boyutlu görüntüler yaratabiliyordu. Adam şu anda içinde
bulunduğu durumun filmdekine ne çok benzediğini fark etti. Konu
değil. Karakterler değil. Sadece o fonun sustuğu arka plandaki
vantilatörün yavaşça döndüğü ve dedektifin karşısındakine
umursamazcasına boş boş,amaçsızca baktığı o sahne.
Dalgınlığını üzerinden atıp resepsiyondaki düğmeye
bastığında kadın bir anda irkilip ona doğru döndü ve onu görür
görmez suratını bir sırıtış kapladı. Anlaşılan filmi
seyrederken uyuya kalmıştı. Cebinde titreşip yanıp sönen şeyi
kapatıp resepsiyon camının arkasındaki arkası siyaha boyanmış
mikro-projeksiyon ekranlı bilgisayara geçti ve bilgisayardan
“Merhaba, nasılsın?” diye soran duygusuz, heceleri kesik kesik
söyleyen bir kadın sesi çıktı. Güney pekte samimi olmayan bir
gülümsemeyle “İyiyim ya siz?” dedi. Kadının suratındaki
gülümseme daha da büyüdü. Bilgisayar bu sefer “Sorduğun için
sağ ol. Ne istemiştin?” dedi yine deminki gibi kesik kesik.
Kapıyı açmasını işaret etti ve dışarı çıkar çıkmak
havayla temas eder etmez yanan sigaralarından birinin paketini açtı.
Yüzünü olabildiğince monta gömdü. Pansiyondan tam
uzaklaşacakken bu sefer bilgisayar “İyi akşamlar. Sonra
görüşürüz” dedi. Güney deminki samimi olmayan gülümsemeyle
arkasını dönüp el salladı ve karşılık vermesini beklemeden
arkasını dönüp uzaklaşmaya başladı. Buranın sahibinin kızıydı
Özlem. Hikayesi pek içi açıcı değildi. Annesi o daha çocukken
ölmüştü. Pansiyonu işleten babası ise bir kaç ay önce yatağa
mahkum olmuştu ve sağır bir kadın olarak böyle bir yeri işletmek
her zaman o kadar da kolay olmasa gerekti. Bu yüzden her ne kadar şu
ana kadar bir sorunla karşılaşmasa da kendine göre önlemler
alıyordu. Hatta ona ilk pansiyona geldiği gece kapıyı açarken
kıyafetinin altına bir silah sakladığını bile itiraf etmişti.
Bildiği kadarıyla duymanın yanında konuşma özrü de vardı.
Galiba sorun beynindeydi ve duyu organlarındaki çoğu sorun artık
sorun olmaktan çıkmasına rağmen beyinden kaynaklananlar hâlâ bu
sıfatını koruyordu. Kadın ondan hoşlanıyordu,bu aşikardı.
Aslında balık etinden biraz daha ince olmasıyla, kızıl
saçlarıyla ve ortalamadan biraz daha uzun boyuyla güzel sayılırdı.
Ayrıca tanıdığı tek sağır insan olduğu için azcıkta olsa
güvendiği tek insandı. Ama şu anda biriyle flört etmenin ne yeri
ne de zamanıydı. Hem karısından sonra başka birini…
Kafasına
düşen yağmur damlaları zaten kaçmak istediği düşüncelerinden
kurtardı onu. Bu damlalar aynı zamanda sigarasını da söndürmüştü.
Bu yüzden yeni bir sigara açtı ve kapüşonunu kafasına geçirdi
ve montun fermuarını en yukarıya kadar çekti. Sigarayı içmek
için montun yüzünün yarısını kapatan kısmını hafifçe aşağı
doğru çekti. Hava o kadar soğuk olmadığından garip görünmesine
rağmen kimse onu bunun için sorgulayamazdı. Hoş onu sorgulayacak
kimse yoktu etrafında ya aklı başında olmayan sarhoşlardan
başka. Yanından ara sıra sallanarak geçen sarhoşlardan bir
tanesinin dengesini sağlama çabaları boşa çıkınca ona çarpıp
ikisini birden düşürdü. Sarhoş çamur birikintisine düşerken
adam da sert beton zemine düşüşünü yavaşlatmak için ellerini
kendine siper yaptı. Berelenmiş ellerine ve üzerine sıçrayan
çamura aldırmadan hemen savunmaya hazır bir şekilde ayağa kalkıp
savunmaya hazır bir şekilde arkasına döndü. Çamura bulanmış
sarhoş ise “Laaan” diyerek düştüğü yerden beceriksizce
kalktı. Ama adam ondan çok daha iri olduğunu görünce olmayan
ceketinin önünü iliklemeye çalışıp,cebinden çıkarmaya
çalıştığı bıçağından elini çekti ve ağzında “Saygılar
abi. ” gibi bir şeyler geveledi. Bu laf kısa bir süre hava da
asılı kaldıktan sonra sarhoş arkasını dönüp olabildiğince
hızlı bir şekilde kaçmaya başladı. Bir kaç kere dengesini
sağlayamayıp yere çarpsa da adam görüş alanından çıkana dek
bir yandan arkasına bakmaya bir yandan da koşmaya devam etti. Ama
bu ayyaş herif zerre umurunda değildi Güney’in. Gözüne
kestirdiği, bozuk olan bir güneş pilli lambanın altındaki yer
çekimsiz bir banka kendini bırakır bırakmaz boşluğa düşüverdi.
Kendini oradan çıkarmaya çalışırken bankın elektronik
aksamının parçalanmış olduğunu gördü. Bir yandan bunu yapana
imlâ kurallarını sonuna kadar zorlayarak kurduğu yazılsa bir
paragrafı dolduracak küfür cümlesini fısıldayarak okurken,bir
yandan da belediyeye de övgüler yağdırmayı ihmal etmedi. Sanki
plastik banketlerin suyu çıkmış, sanki en öncelikli sorun bu
banketlermiş gibi yer yer bunlarla donatılıyordu. Acıyan belini
tutarak biraz ilerideki başka bir banka gitti ve ilk başla eliyle
yokladıktan sonra ona oturdu. Her gün sorduğu soruları yine sordu
kendine. Daha doğrusu farklı bir açıdan görmeye çalıştı yine
her gün yaptığı gibi. Niye saklanıyor ve geceleri çıkmak
zorunda kalıyordu. Niye sıradan bir hayat bu kadar farklı bir hâl
almıştı? Niye bunu yaşıyordu?
Her
şey 2-3 hafta önce(Belki de 1 aydı, bilemiyordu. Hafta sonlarının
anlamı olmayınca ya da işe gitmek için kalkmayınca bunların pek
bir önemi olmuyordu. ) Muhasebeci olarak çalıştığı şirketten
eve dönmek için yer jetsikleti park ettiği garajına gidiyordu.
Aslında jetsiklet onun kötü anılarını depreştirse de en hızlı
ulaşım yolu olması ve de trafik sorununun olmayışı ve
elektrikle çalıştığı için yakıt masrafının ucuz olmasıyla
o da dahil bir çok kişi tarafından tercih ediliyordu. Tabi ki
arabanın konforundan ve atmosferinden vazgeçemeyenler
çoğunluktaydı. Hem ayrıca 3 kişilik bir jetsikletin parasının
üstüne biraz daha eklense hemen hemen lüks sayılabilecek bir
arabanın alınmasının da etkisi vardı. Normal kara yolunun
üstünde konuşlanmış içbükey yollar bu üç tekerlekli araçlar
içindi. Elektrik tekerlerden araca aktarılıyor ve hafızasındaki
krediden tutarı düşülüyordu. Eğer kredi biterse en yakındaki
garaja kendini götürüyor ve kredi ödenmeden yola çıkmıyordu.
Çalışma prensibi olarak ilk yolcu(kesinlikle sürücü denemezdi)
ekranda gideceği yeri seçiyordu ve araç kendini oraya en yakın
garaja konumlandırıyordu. Garajlara yayalar alt geçitle
inebiliyorlardı. Koltukları tek sıra halinde dizilen bu araçların
1,2 ve 3 kişilik modelleri vardı ve Güney’inki eski bir iki
kişilikti. Yolun karşısındaki garaja geçerken bir ses duydu. O
an diğerlerinden yavaş ve ya hızlı değildi ama her düşünüşünde
bu andan sonrası daha bir yavaşlıyordu onun gözünde. İnsan ya
da hayvan değildi bu sesi çıkartan ya da bir müzik aleti. Buna en
yakın ses şu antika lambalı radyolardan çıkan ses gibiydi ama
aslına bakılırsa onunla dahi mukayese edilemezdi. Sesin gerçek
olduğundan bile emin olamamıştı. İçinde yüksek sesten doğan
bir baskı hissetti. Sonra onun dışında herkesin durup
gökyüzündeki bir noktaya kilitlendiğini fark etti. Trafik bile
felç olmuştu. Arabalar durmuştu. Jetsikletlerdeki yolcular camlara
yapışmış o noktaya bakmaya çalışıyordu. O da herkesin baktığı
yere baktığında diğerlerinden farklı güvercine benzeyen bir
bulut olduğunu gördü ama hepsi o kadar. Bunun üzerinde daha fazla
durmadan, bir an önce uyumak için kalabalığı yarmaya çalıştı.
Tam bir açıklığa varmıştı ki deminki sese benzer bir ses
duydu. Ama ona göre çok kısaydı. İşte o anda kafasına bir
çanta yedi. Can havliyle arkasına baktığında bunu yapanın bir
kadın olduğunu fark etti. Diğer herkeste ona yönelmişti.
Bazıları yerden taşlar alıyor, şoförler ise ellerinde levye ve
sopalarla araçlarından iniyordu. İnsan bugüne kadar hayatta
kalmasını içindeki hayvana borçludur. Bilinçaltındaki o hayvan
insanlığın koyduğu bütün o sahte kuralları hiçe sayar ve
yaşamak için ne gerekiyorsa onu yapar. İşte tam da o anda ona
nedensizce saldıran o kalabalık içindeki o hayvanı ortaya
çıkarmıştı. Damarlarında akan adrenalinin etkisiyle elindeki
levyeyi ona vurmak için kaldırmış adamın burnuna hiç ummadığı
bir kuvvette yumruğu patlattı. Kıkırdağın kırılıp içe
göçtüğünü hissetmişti. Yere düşerken levye elinden kaydı ve
Güney onu havada yakaladı. Ve etrafındakileri uzaklaştırmak için
kendi ekseninde tam bir dönüş yaptı. Sonraki en net anısı iş
yerinde yerinde kapıya yaslanmış halde
durmasıydı.
Oradan nasıl kurtulduğunu hatırlamıyordu. Umursamıyordu da.
Nefes nefeseydi ama neyse ki ellerindeki küçük çiziklerden başka
bir hasar görmemişti. Ardından “Açın kapıyı!” diye bir ses
geldi. Bu onun patronunun sesiydi. Kapıyı açtığında
yanılmadığını gördü. Patronun arkasında güvenlik
görevlisiyle bir kaç iş arkadaşı vardı. “Ha sen miydin? Ne
oldu? Aceleyle buraya gird… “. Daha sorusunu tamamlamadan yine o
sesi duydu. Kapalı alanda olduğu için boğuk olsa da şiddetinden
bir şey kaybetmemişti. İşte o anda karşısındakilerinin surat
ifadesi değişince olacakları anladı ve kapıyı kapamak için
hamle yaptı ama arkadan o kadar hızlı itmişlerdi ki Güney masaya
çarptı ve öğle yemeğinde yemeği unuttuğu puding tam suratına
döküldü. Adamlar kapıyı açtığında suratlarındaki o
saldırganlık yerini şaşkınlığa bırakmıştı. “Sen de
kimsin?” diye sordu ve adam da amirin bu şaşkınlık ifadesini
paylaştı. Şans, ihtimaller hesaplanamayacak kadar fazla olduğu
için sadece tek ve basit sözcüğe indirgenir. Bu ihtimallerin
hepsi önemsiz bir noktada hiç umulmadık bir fark yaratabilir. Aynı
o anda Güney’in de anladığı üzere puding yüzünden onu
tanımamaları ve bu yüzden de ona saldırmamaları gibi. Hemen
kafasında bir şey tasarladı. Tam bir şey söyleyecekmiş gibi
ağzını açtı ve bu sefer kapıya bütün kuvvetiyle kapamaya
çalıştı. Silahını indirmiş şekilde duran güvenlik
görevlisinin eli içeri sıkıştı ve güvenlik görevlisi can
havliyle silahı elinden düşürüp bağırarak ellerini geri çekti.
Güney bu bir anlık boşluktan yararlanarak kapıyı kitledi. Bu
delilikten bir an önce kurtulmalıydı. Evrak çantasına o anda
işine yarayabileceğini düşündüğü ne varsa(ki buna güvenlik
görevlisinin silahı ve daha kasaya girmemiş,bugünün cirosundan
kalanlar da dahildi) tıkıştırdı. Koltuğunu var gücüyle cama
vurup acil kaçış sistemine(ki bu iki tane ipe tutturulmuş esnek
bir bezdi) atladı. Sistem yavaşlayarak yerin yaklaşık yarım
metre üstünde durdu. Güney arka sokaklarda kaybolurken bile
patronu hala “Aç kapıyı!” şeklinde bağırmaya devam
ediyordu. Ona saldıran onca insan varken ve silahı ve parayı
çalmışken eve gitmesi ya da pek fazla ortalarda dolaşması pek
mantıklı değildi. Yakınlarda göze batmayan bir pansiyon buldu.
Kapısını açmaya çalıştı ama kapı kilitliydi. Kapıyı
tıklattı ama yine ses seda yoktu. Son çare olarak zili çaldı.
Tam arkasını dönüp gidecekken “Buyrun ne istemiştiniz?”
demişti pek bir duygu emaresi içermeyen ve çok hafif metalik
tınısı olan bir ses.
Düşüncelerinden
sıyrılıp saate baktığında saat 4:30′u geçmişti. Artık geri
dönmenin zamanının geldiğini düşündü. Pansiyona gitti ve
televizyonu açtı. “Aglos Polaris, lüksten vazgeçemeyenlere.
Saatte 270… ” bitirmeden başka kanala geçti. Bir tartışma
programı vardı. Alttaki başlıkta “ÇAĞIMIZIN HASTALIĞI YAPAY
ŞİZOFRENİ” yazıyordu. Alt başlık ise “Tedavi edilebilir mi?
Kişinin isteğine bağlı mıdır? Suç işleyen hastalar ceza
almalı mı?” ydı. Ve spiker de konuyu anlatıyordu bir yandan. “…
günkü konuğumuz Ahmet Ermişoğlu. Daha fazla uzatmadan sözü ona
bırakıyorum. Evet hocam. “dedi kadın ve adam konuşmaya
başladı:”Evet şu anda denebilir ki Yapay Şizofreni günümüzün
kanseri. Aslında nedenlerine bakarsak aynı. Sonuçta ikisi de aşırı
uyaranlardan kaynaklanıyor. Sonuçta yapay şizofreninin sebebi de
aşırı bir şekilde maruz kaldığımız yapay uyaranlar Günümüz
dünyasında 3 boyutlu televizyonlar, aşırı gerçekçi 4 boyutlu
filmler gibi şeylerle insan artık o kadar fazla yapay uyarana maruz
kalıyor ki gerçek hayat ona ya çok karmaşık ya da çok yetersiz
gelmeye başlıyor. Bu yüzden de yarı bilinçli bir şekilde
kafasında gerçekle örtüşen bir kurgunun temellerini atıyor ve
buna inanmak istiyor. Geri kalanında ise o kurgu yavaş yavaş
gerçeğin yerini alıyor. Gerçek şizofreniyle farkına gelecek ol…
” Artık adamı dinlemiyordu. Bu adam karısının öldüğü
zamanı hatırlatmıştı ona çünkü. Karısı 7 yıl önce bir
araba kazasında ölmüştü. 5 aylık hamileydi. İki kişilik
jetsikleti almak için yolun karşısındaki garaja gidiyorlardı.
Bunu satıp üç kişilik almaktan söz ediyorlardı. Yeşil
yanıyordu. İkisi el ele tutuşmuş karşıya geçiyordu. Bir araba
geldi onlara çarptı,biraz durdu ve gazı kökleyip kaçtı. Bir
buçuk dakika. Çoğunlukla insanın hayatını değiştiren şeyler
bu kadar kısadır işte. Uzun bir süre bulunamadıktan sonra tek
bir söz onu hapisten kurtardı. “Yeşil yanıyordu. ”
ışıklardaki bilgi aktarımı sistemi bozuk olduğu ve kamera
sistemi elektrik kesintisi yüzünden çalışmadığı için kanıt
yetersizliğinden serbest bırakıldı. O ise hayatta kalmıştı.
Sadece şans. 5 ay akıl hastanesinde gözetim altında tutuldu ve
işinden oldu. Bu adam da o tımarhanedeki bir psikiyatristti.
Düşünceleri dünden bugüne kaydı. Yaşamının şu son kesidini
düşündü. Sabahları uyuyor ve ya televizyon seyrediyor. Akşamları
ise biraz hava almak için suratını gizleyerek dışarı çıkıyordu.
Bu ona sanki hiç bitmeyecekmiş gibi gelmeye başlamıştı. Sadece
saklanıyordu aslında ve bu bir döngüydü. Hayatın küçük bir
kopyasıydı. O bir çarktı sadece. Doğumla başlayan ve şüphesiz
ki ölümle bitecek olan. Dünya’nın güneşten kopmasıyla
başlayıp yine Güneş’in onu yutmasıyla biteceği gibi her döngü
gibi onunki de bir gün son bulacaktı. Hayatı onun çevirmeye
çalıştığı çarktı ve her döndürüşünde biraz daha
yoruluyordu. Ve bir gün o çarkı çeviremeyecek kadar yorulacaktı.
İşte tam o anda bu döngüye tıkılıp kalma düşüncesi ona
dayanılmaz gelmeye başladı. Bir şey yapması gerektiğini
anlamıştı. İşte tam o anda fikirler uçuşmaya başladı
beyninde. Sebepler,sonuçlar, her şey ona deyim yerindeyse sırıtmaya
başladı bir anda. Kafasında planlar kurgulamaya başladı ve bir
eleme sürecinden sonra ona en mantıklı olanı seçti ve uygulamak
için hala zamanım var mı diye saatine baktı. Güneşin doğmasına
yaklaşık 1 saat vardı. Eğer hemen harekete geçmezse akşama
kadar beklemek zorunda kalacaktı. Hemen resepsiyona gidip zili
defalarca çaldı. Özlem üzerinde geceliğiyle bilgisayarın başına
geçip “Ne var, ne istiyorsun?” dedi. Ses her zamanki gibi
duygudan yoksundu ama suratı bütün şaşkınlığını ve
kızgınlığını anlatıyordu. “Bir kaç konserveye, yemek hapına
ve bir iki şişe suya ihtiyacım var. ” dedi. Öfke yerini meraka
bırakmıştı. “Bir kaç günlüğüne bir yere gideceğim. ”
dedi rahatsızca kıpırdanarak. Kadının bir sürü soru soracağını
düşündü ama kadın başını peki anlamında sallamakla yetindi.
Resepsiyonun arkasına gitti ve yemek yenilen yerin mutfağa açılan
kapısından ağzına kadar dolu iki poşetle çıkıp yanına geldi.
Poşetin birini içindekileri alıp zaten iyice şişmiş olan evrak
çantasına boca etti. Özlem diğer poşeti alması için ısrar
etse de “Bunlar yeter” diyerek geri çevirdi. Cebindeki cüzdanı
çıkarttı bu haftanın ve bunların toplam ücr… ” derken kadın
cüzdanı tutan elini geri itti. Adam itiraz ederken reddetme sırası
kadındaydı. Küçük bir kız gibi başını hızlıca sağa sola
sallamaya başlayınca adam pes etti ve cüzdanı geri koydu. Havada
garip bir sessizlik oluşmuştu. Kadının onun geri dönmeyeceğini
düşündüğünü biliyordu. Onu rahatlatmak, geri döneceğini
söylemek isterdi ama açıkçası o da bilmiyordu. Kadın çok
endişeli görünüyordu. Adam tam hoşça kal diyecekken kadın ona
sarılıverdi. Şaşkınlığını atınca o da bu sarılmayla
karşılık verdi. Kadın onu yanağından öptüğünde buna
karşılık vermedi ama geri de çekilmedi. Bir kaç dakika daha o
halde kaldıktan sonra kadın kollarını çektiğinde adam kadının
suratında utanmayla karışık mutluluğu gördü. Kadının bu
halini gören adam. “Merak etme geri döneceğim. ” demekten
kendini alamadı. Bunun üzerine kadının suratındaki ifade
gülümseme daha da büyüdü. Kapıdan çıktı arkasına bakmadan
gideceği yere doğru yola çıktı.
Eski
iş yerinin yanındaki deponun çıkmaz sokağa açılan kapısının
önünde durdu ve çantasından anahtarı aradı. Bina sadece dıştan
girişler için alarmlandırılmıştı. Bu içeri girdiğinde sorun
çıkmayacağı anlamına gelse de içeri girmek şu anda bir
sorundu. Neyse ki bu kapının kilidi çilingir düşmanı olduğu
için burası alarmlandırılmamıştı. Aslında orijinal adı çoklu
pin kilidi olan bu kilitler çapı yaklaşık 3 santimlik yuvarlak,
metal bir plakanın üstüne oturtulmuş birbiriyle aynı,
uzunlukları yaklaşık 10 santimlik 50 kare prizmadan oluşuyordu.
Bu kare prizmalar farklı açı ve yönlere döndüğü için
anahtarsız açılmaları çok imkansıza yakın bir ihtimaldi.
Ayrıca bunlar sadece standart olanlardı. Daha fazla pinli,
dikdörtgen prizma, üçgen piramit, elips silindir şeklinde olan ve
hatta farklı uzunluklarda pinleri olan, birden fazla tur atan
modelleri vardı. Zaten standart modellerinin kırılması
imkansızken bu modeller anlamsız geliyordu ona. Kilidi doğru
konuma getirip(genelde üst pin kırmızıya boyanır ve ya yukarıya
gelecek yere bir çıkıntı yapılırdı. ) kapıyı açtı ve
beşinci kata çıktı. Bu bina şirketi büyütmek için alınmıştı
ama yaklaşık 5 yıldır süren ekonomik krizden dolayı depo olarak
kullanılmaya başlamıştı. İçeride genel de bir işe yaramayan
arşiv dosyaları konuyordu. Burada bir güvenlik görevlisi ya da
kamera olmaması onun şu anda işine geliyordu. Eski püskü bir
kapının önünde durdu ve omzuyla iter itmez kapı açıldı.
Merdivenlerden terasa çıktı. Güneş daha yeni doğuyordu.
Kazağını yere serip üzerine oturdu. Daha sonra acıktığı için
konservelerden rastgele birini çıkardı. Kavurmalı nohut yazıyordu
üzerinde. Konservenin ilk kapağını açınca konserve kendi
kendine ısınmaya başladı ve ısınma bitince üzerindeki etiket
maviden kırmızıya döndü ve bunun üzerine ikinci kapağı açtı.
Çantayı karıştırdı ama çatal kaşık bulamayınca direk kafaya
dikti. Daha sonra da peçete almak aklına gelmediği için ağzını
koluna silmek zorunda kaldı. Ama hala aç hissediyordu. Çantaya
baktığında. 17 yemek hapı, toplamda 5 litre su ve 7 konserve
saydı. O kadar eşyanın bu çantaya sığdığı halde kapanması
karbon fiberin esneklik harikası olduğunun bir kanıtı gibi
geliyordu ona. Daha ne kadar kalacağını bilmiyordu bu yüzden
üzerinde otlu tavuk yazan hapı ağzına attı. Normalde bunlar
ağızda eritiliyordu ama tadı o kadar iğrençti ki ancak
yutabildi. Her evde bulunan yemek için zamanı olmayanlar için
üretilen bu yemek haplarından nefret ediyordu ama en azından tok
tutuyorlardı. Karnını doyurma faslını bitirdikten sonra
çantasından avcı dürbününü çıkardı. Aslında bu ona
şirketle birlikte gittiği bir avdan hatıraydı. O heyecan
arasından bunu da almış olmasına hayret ediyordu. Ama belki de
düşünmemiş eline ne geçerse çantasına atmıştı. Bilemiyordu.
Dürbünle karşı binayı gözlemeye başladı. Tahminine göre 20
katlıydı. Aslında en başta düşünmediğine pişmandı. Bir kaç
haftasını saklanarak geçirmeye bilirdi belki de böylece. O sesin
nereden geldiğini düşündüğünde ilk kez net bir cevap bulmuştu.
O da karşıdaki binaydı. Bina normal görünse de tavanında dikit
şeklindeki bir antenin etrafında simetrik olarak konuşlanmış
ikişer çanak vardı ve bu anten ve çanaklar garip metal,ağsı bir
yapıyla birbirine bağlanıyordu. Ses o garip yapıdan geliyordu
biliyordu ama emin olması gerekiyordu. O anda başının yukarısında
saç olmayan, kalan bir tutamı ve bıyığı ağarmış 60′lı
yaşlarında biri girdi. O yaşlı adamdı tahmin ettiğine göre,
buranın yöneticisiydi. İçeri girdikten yaklaşık 15 dakika sonra
çanaklar hareket etti ve Güney yine o sesi duydu. Saklanmak için
yukarı çıktığı merdivenlere indi. Yine herkes tek bir noktaya
bakıyordu. O adamsa kulağına taktığı kulaklık benzeri bir
şeyle elindeki dürbünü alıp çevreyi gözetliyordu. Bunun
Üzerine Güney daha da sindi. Tahmininde haklı çıkmıştı.
Yönetici olmasa bile en azından bir şeyler biliyordu. Güney bir
alt kata inip içeriyi göstermediğini bildiği camlardan dışarıya
baktı. Bu bulutta belirgin şekilde diğerlerinden farklıydı.
Sanki bir jetsiklete benziyordu. Bina içindekiler pencereye yapışmış
göremeyenler ise dışarı çıkmaya başlamıştı. Ne olduğunu
anlamıyordu. Ama herkes yine aynı anda bu etkiden çıkıp işlerini
yapmayı sürdürdü. Sürücüler arabalarını sürmeye devam
ettiler. Hayat sanki hiç bir şey olmamışcasına kaldığı yerden
devam ediyordu yine işte. Haklı çıkmıştı. Artık düşünmesi
gereken o adamı nasıl yakalayacağıydı.
Yaşlı
adamın gelirken kullandığı yolların yanında duran çıkmaz
sokaklardan birine pusu kurdu. O yanından geçerken tek bir şansı
olacaktı. Nitekim 3 gün boyunca bu şansını kullanamamıştı.
Ama 4. gün talihi yaver gitti ve akşamüstü adam tam oradan
geçerken bir eliyle adamın ağzını tutarak gölgeye doğru çekti.
Adam hemen hemen hiç direniş göstermemişti. Sırtına silahı
“Şimdi elimi ağzından çekeceğim ama bağırırsan hiç acımam
vururum. Anladın mı?” dedi. Adam bir kabullenmişlikle başını
salladı. Bir anlığına adamı inceledi. Gözlerindeki o hiç
kimseye benzemeyen o garip donukluk onu çok rahatsız etmişti.
Adamın ağzını kapatan elini her an yine kapatabilecek kadar
yakında tutarak açtı. Ama adam bağırmadı. “Anlat” diye emir
verdi. Adam hiçbir şey demedi ilk başta ama “ANLAT” diye
emrini tekrarladığında yaşlı adam konuşmaya başladı. “Sen
sağır olansın değil mi?” dedi. Güney şaşırmış bir şekilde
surat ifadesiyle adamın açıklamasını emretti. “Sen 8. notaya
tepkisiz kalansın. Hani şu duyduğun garip sese. ” . Adam
anlamaya başlamıştı ve yine otoriter bir ses tonuyla “8. nota
nedir anlat “dedi. Yaşlı adamın dili çözülmeye başlamış
gibiydi artık kesik kesik değil bütün noktaları aydınlatarak
hatta belki de gereğinden fazla ayrıntı vererek anlatıyordu. “7
notanın 8′cisi. Hiç 25. kareyi duydun mu? Hayır mı? Eskiden
reklamlarda kullanılan ve bilinçaltı mesajları göndermeye
yarayan bir yöntemdi. Ama yavaştı ve etkisini çok kesin bir
şekilde göstermezdi. Aslında 8. notada hemen hemen aynı mantıkta
çalışıyor. Ama bunda iki çok önemli nokta var. Birincisi sürü
psikolojisi,ikincisi hedefin kesin olması. Birey tek başına
olduğunda direnebilir ama çok kişi olduğunda mesaja gizlenmiş
“Herkes yapacak” ibaresi onların üst benliğine hitap eder ve
benlik ve bilinçaltını baskılar. Hem biri yaptığı anda çok
küçük bir tereddütten sonra diğerleri de katılır. Bu 8.
notanın en önemli özelliği. Ayrıca hedef kesin olmazsa “en
yakınındakine saldır” gibi bu karışıklığa yol açar. Gerçi
hedefte muallaklık sonunda sürü psikolojisinden dolayı tek bir
hedef olur ama bu istenilen hedef olmayabilir. Gönderilen mesaj
dilden bağımsız olduğu için dünya üzerindeki herkes bu mesaja
maruz kalır. Şu ana kadar senin dışında herkes mesaja itaat etti
ama sen etmedin. Neden? İşte bu soru benim psikolojik dengemi
bozuyor. Aslında biliyor musun?Projede insanlar hakkında çok şey
öğrendim. Mesela benim çocukluğumda olan lego parçaları gibi
olduğumuzu bu yüzden kendimize ait çok az özgün şeyimiz
olduğunu ve geri kalan her şeyi diğerlerinden aldığımızı
öğrendim. Eğer bir iki parça çıkarılıp yerine doğruları
yerleştirilse kişilik bakımından ikiz bireyler bile elde
edebiliriz. Ben bile bana çok benzeyen 3 kişi buldum. Konuyu
dağıtmadan devam edersek elimdeki imkanlarla herhangi biri hakkında
her şeyi öğrenebilirim. Akıl hastanesinde kaldığın dönemin
raporlarını inceledim. Bir ara depresyona girmen dışında normal
bir adam gibi görünüyorsun. Kaldı ki bu komutu anlayabilecek
zekası ve bunu duyacak kulağı olan herkes komuta uyarken sen
normal zekalı ve sağır olmayan bir kişi olarak buna direndin.
Tekrar neden?” “Yani ben bir deney yüzünden mi kaç haftadır
saklanmak zorunda kaldım!” diye bağırdı Güney yaşlı adama.
Nerede olduğunu hatırladığı için son sözcükleri sesini
kısarak söylemişti. “Saklanmak zorunda değildin. Sadece benim
görüş alanımdan çıkman bile yeterliydi. Sana saldırılan ilk
komut buluta bakmayan kişiyi yakalayındı. Sen kendi binana
girdiğindeyse komut daha kesindi; Muhasebeciyi yakalayın. Komutta
seni öldürmek değil sadece etkisiz hale getirip bana getirmek
vardı. ” dedi. Güney daha da sinirlenip “Yani gizlenmem
gereksiz miydi!” dedi fısıltıya yakın ama keskin bir ses
tonunda. “Kesinlikle. Aslında o komutların etkisi yaklaşık 5
dakika sürüyordu. Tabi bundan daha uzun mesajlar olsa da senin
maruz kaldıklarının etkisi 5 dakika sürüyordu. Bu kısa süreli
mesajlar sonrasında insanlar hayatlarına hiçbir şey olmamışcasına
devam ediyorlar. Doğru komutla o durumda da sana saldırtabilirdim.
” Güney ne hissedeceğini bilmiyordu. Kızgınlık, hüsran,
pişmanlık, ne yapacağını bilememezlik. Hepsi kafasında
dönüyordu. Bu düşünceler yaşlı adamın sağ cebinden bir şey
almaya çalışmasıyla bölündü. “Elini cebinden çek” dedi
yine fısıldayan ama tehditkar bir ses tonuyla. Tabii elindeki silah
bu tehditkarlığa büyük bir katkı sunuyordu. Sağ elini yumruk
şeklinde kaldırdı. “Elini aç. ” diye emir verdi Güney. Yaşlı
adamın avucunun içindeki bir bozuk paraydı. Ve yaşlı adam
konuşmaya başladı:”Bir dinle bak. Yazı tura atayım. Ben yazı
sen tura. Eğer yazı gelirse sen benle gel. Ben bir kaç test
uygulayayım sana. Sonra da evine git. Bir daha deneye meneye
karıştırmayayım seni. Eğer tura gelirse evine git. Senin
suçlarını falan temyize de çıkartırım. Sen de hayatına
istediğin gibi devam edersin. Yine deneylere seni karıştırmam. “.
Güney cevap veremeden adam parayı havaya attı. Para en tepedeyken
Güney’in de onu tutmamasından yararlanarak kaçmaya başladı.
Güney ise panikle silahı ateşledi. Yaşlı adam yere düştü.
Kafasının kalan yarısı boş bir şekilde Güney’e bakıyordu.
Güney’in de kan sıçramış suratında aynı şaşkın ifade
vardı. Para yere düştü. Daha havadayken ona bulaşan kana rağmen
tura görünüyordu.
Duruşma
kapalı oturum yapılacaktı. Medya ise bu cinayet haberine
akbabaların yeni buldukları taze ete üşüşmesi gibi hücum
etmişti. Onu kuşatan kameralar,havada uçuşan yerli yersiz;”Neden
yaptınız?”,”Akrabanız mıydı?”,”Kan davası mıydı?”,”Para
yüzünden vurduğunuzu söylüyorlar. Ne diyorsunuz?”, hatta ve
hatta “İddiaya göre kızını size vermediği için vurmuşsunuz.
Gerçekten öyle mi?” gibi sorular onu artık gerçekten boğuyordu.
İçeri girdiğinde ise kameralar yerini onu aşağılarcasına bakan
gözlere bırakmıştı ama en azından ortamdaki sessizlik bunu
önemsiz kılıyordu. Mahkemenin kapılarından içeri girdiğinde
ise o daha yeni bulduğu bir parça huzurda uçup gitti. Sıra
savunmaya geldiğinde ise avukat konuştukları gibi o saklandığı
çıkmaz sokağı gören kameranın görüntülerini oynattırdı
mikro-projeksiyon ekranda. Güney ekrana baksa da görüntüyü
seyretmiyordu. Ne de olsa oyunculardan biri oydu. İsminin Harun
Akyiğit olduğunu öğrendiği yaşlı adamı çıkmaz sokağa
çekiyor, ondan ne olduğunu öğreniyor, o kaçmaya çalışırken
panikle onu vuruyordu. Görüntü bittiğinde ilk konuşmaya başlayan
onun avukatıydı. “Gördüğünüz gibi hakim bey, müvekkilim her
ne kadar bir adamı öldürse de daha önceden onun ve bir çok
kişinin üzerinde onlardan izinsiz bir deney yaptığını ve bu
suretle de müvekkilimin canına dolaylı yoldan kast ettiğini kendi
ağzıyla söylemiş. Bunun çok sıra dışı bir durum olduğunun
farkındayım ancak hakim bey eğer biri bir bireyin canına kast ed…
“. Yine o ses. Yine o boş bakışlar. Olacaklardan korkan Güney
Kaçmak için harekete geçtiğinde arkasında duran iki polis onu
kollarından yakaladı. Güney “Duymadınız mı? İşte bu ses!
Bakın işte bu ses! Duymadınız mı?” diye bağırmaya
başladığında onun avukatı”İşte demin de dediğim ve şu anda
gördüğünüz gibi hakim bey. Müvekkilimin akıl sağlığı
yerinde olmadığı için yaptığından sorumlu tutulamaz. “.
Güney şok olmuştu. “Sen ne diyorsun avukat. Sen de gördün ya
görüntüleri. Adam itiraf etti işte neler yaptığını. “.
Bunun üzerine hakim “Şunu tekrar oynatın. ” dedi. Görüntüler
aynıydı. Adam itiraf ediyordu yaptığı deneyi. Ama ondan başka
herkes bunu farklı görüyordu anlaşılan. Bunu hakimin “Burada
sokaktan geçerken adamı görüp bir anda çıldırıyorsun. O
ellerini kaldırmış lütfen vurma diye bağırıp dururken
dinlememiş vurmuşsun. Ne itirafı?” sözlerinden anlamıştı.
Önce şok oldu ve bir süreliğine durgunlaştı sonra deminki sesin
içeriğini anladı. Hakim Güneyin “O ses yüzünden, o ses
yüzünden!” diye bağırmasına aldırmadan sözüne
başlamıştı:”Yaz kızım. Kişinin akıl sağlığı hakkında
bir bilirkişi raporu hazırlanana kadar mahkemenin
ertelenmesine,tarafların… “
Ona
yapılan uyuşturucu iğnenin etkisinden yeni yeni çıkıyordu
Güney. Hakim kararını açıkladıktan sonra,mahkemeden çıktıktan
sonra bile bağırmaya devam etmişti. Bunun üzerine yakındaki
hastaneden bir doktor çağrılmış ve doktor ona uyuşturucu iğne
yapmıştı. Gözlerindeki bulanıklık geçtiğinde bir odada
olduğunu gördü. Sorgu odası gibi duruyordu. Karşısında takım
elbiseli bir adam oturmuştu. Tepesindekiler ise mahkemedekilerle
aynıydı. İlk sözü adam söyledi:”Merhaba ben Psikiyatrist
Profesör Doktor Murat Demir. Size bir kaç soru soracağım. “.
Güney uyuşturucunun etkisinden hala kurtulamadığı için
sözcükleri birleştirmekte zorlandı ama birleştirdiğinde
yorgundan daha ziyade bezmiş bir adamın sesiyle “Deli olduğumu
düşünüyorlar değil mi?” dedi. Saçları karmakarışıktı.
Gözleri çökmüş umutsuz bir adamın gözleriydi.
-Davranışlarınız
akli dengenizin yerinde olmadığının işareti. Geçmişte de akıl
hastanesine yatmıştınız.
-Evet
karım ve çocuğum öldüğünde depresyona girdiğim için kendi
isteğimle akıl hastanesine yatmıştım.
Psikiyatrist
ona şaşırmış bir ifadeyle baktı.
-Beyefendi
sizin hiç çocuğunuz ya …
-Evet
çocuğum olmadı. Ama olacaktı. Karım beş aylık hamileydi.
-…
ya da karınız olmamış.
Güney
şoke olmuştu. “Siz ne diyorsunuz!” diyerek bir hışımla ayağa
kalksa da arkasındaki polisler yine onu oturduğu yere mıhladı.
Konuşmasına oturarak devam eden Güney “Karım oldu. 5 aylık
hamileydi!5 yıl önceydi!”
-Hayır,beyefendi.
Hayır beyefendi siz 23 yaşınızdayken dediğiniz gibi bir araba
kazası olmuş. Ama ölen sevgilinizmiş. Hem ayrıca size bir araba
çarpmamış. İkiniz arabadayken bir yere vurmuşsunuz. Sürücü
koltuğunda siz varmışsınız. Araba yağmurdan dolayı virajı
alırken kaymış. Siz suçsuz bulunmuşsunuz ama intihar etme
teşebbüsünde bulunduğunuz için 5 aylığına akıl hastanesinde
gözetim altında tutulmuşsunuz. İşte bu da sevgilinizin kaza
yerinden alınan bir resmi. Bakın hiç bir hamilelik belirtisi
taşımıyor.
Bu
son darbeydi. Güney resme baktı. Bu onun karısı değildi.
Kesinlikle değildi bunu biliyordu. İtiraz etmek için ağzını
açtı ama sözcükleri söyleyecek gücü kendinde bulamadı. Bu son
noktaydı. Bu çukurun dibiydi ve burası güngörmezdi. Artık
söyleyeceği her söz ona vurulan deli damgasını pekiştirmekten
başka bir şeye yaramayacaktı. Artık tek yapabileceği susmaktı
artık bu noktadan sonra. “Sizce de son yaşadıklarınız biraz
sıra dışı gelmiyor mu size de? Hiçbir kamera kaydında sizin
anlattığınız bir olaya denk gelinmemiş. Hem ayrıca o
kalabalıktan tek başınıza kurtulabilmiş olmanız ne kadar
mantıklı?Para ve silah çaldığınız halde hiç ihbar olmaması?
Siz acil kaçış sisteminden kaçarken sizi hiç kimsenin görmemiş
olması?2010′lardan kalma bir pansiyon. Hem ayrıca verdiğiniz
adreste bir restoran var. ”. Yine sustu. Karşısındaki doktor
kalemini çıkartıp rapor gibi görünen önceden hazırlanan kağıda
imzasını attı. Kağıtta “Ben Psikiyatrist Profesör Doktor
Murat Demir,bilirkişi olarak şahsın herhangi bir suçtan sorumlu
tutulamayacak kadar akli sağlığının bozuk olduğunu onaylıyorum.
” yazıyordu. Ama Güney bunu okumaya bile uğraşmadı. Bir
arkasındaki kağıda ise adam resmi bir dille kişinin yapay
şizofreni hastası olduğu ve akıl hastanesinde gözetim altında
yaşaması gerektiğini yazdı. Yazmayı bitirdikten sonra birini
çağırıp bu belgeleri verdi ve verilmesi gereken yerleri söyleyip
onu yolladı. O da arkasından polislere kafasıyla işaret yaptı ve
iyi günler dileyip odadan çıktı. Güney ise o sırada yenilgiyi
kabullenmiş bir edayla koltuğunda sessizce oturmaya devam etti ve
hiç bir harekette bulunmadı. Hatta öyle ki polisler onu ölü
ağırlık gibi taşımak zorunda kaldılar. Dışarıda bir ambulans
onu akıl hastanesine götürmek için bekliyordu. Polisler onu araca
sürüklerken flaşlar patlıyor, kalabalık arasından
konuşmalar,fısıltılar ve yuhalamalar yükseliyordu. Bir anlığına
kalabalığa baktığında 1. 90 civarındaki boyuyla bir adam fark
etti. Saçı ve bıyığı gürdü ve siyah rengindeydi. Mavi gözlü
35′lerinde bir adamdı. Sinek kaydı tıraş olmuştu. Açık kahve
bir takım elbise ve siyah bir palto vardı üzerinde. Ama Güney’in
tek bir şey dikkatini çekmişti. O donuk bakışlar.
Bir
anda Güney canlanıp onu tutanların elinden kurtulup kalabalığa o
adama koşmaya başladı. O deminki çok sesli kalabalık bir anda
sesini kesip geri kaçmaya başladı. Ama o adam değil. Yine olduğu
yerde duruyordu. Güney ona doğru koşmaya başladığında iki çift
el onu tuttu. Bir yandan onlardan kurtulmaya çalışırken bir
yandan da “Bu o! Bu o!” diye bağırıyordu. Yağmur çiselemeye
başlamıştı. Adam şemsiyesini açtı ve arkasını dönüp
yürümeye başladı. Zaten demin korkmuş olan kalabalıkta yağmurla
beraber iyiden iyiye dağılmaya başladı. Güney ise tüm bunlar
olurken ambulansa sürüklendi. Kapılar kilitlendi ve araç oradan
uzaklaşmaya başladı. Güney nafile bir çabayla camlara vururken,
tüm bunlar olurken yaptığı gibi “Bu o!Bu O!” diye bağırmaya
devam ediyordu.
Yorumlar
Yorum Gönder